Hz. Âkif’in vefat ettiği vakit hakkında ‘’Hânumânım yıkılmış da ben altında kalmışım sandım.’’ buyurduğu Babanzâde Ahmed Naim Efendi, hiç şüphesiz bizler için de telâfisi mümkün olmayan bir kayıptır.
Büyük muhaddis ve münevver Babanzâde Ahmed Naim Efendi, Hristiyan takvimine göre 1872 yılında Bağdat’ta dünyaya geldi. Süleymaniyeli meşhur Baban sülalesine mensup Zihnî Paşa’nın oğlu olan Naim Efendi, Mekteb-i Sultanî’den mezuniyetini müteakip Mülkiye Mektebi’ni aliyyülâlâ derecesiyle bitirdi. Öğrencilik yıllarında devrin teamüllerine uygun olarak medrese eğitimi de almayı ihmâl etmedi. Uzun yıllar hariciye ve maarif Vekâleti’nde çalışan Naim Efendi, aynı zamanda Mekteb-i Sultanî’de Arapça ve Akaid dersleri okutmuştur. 1909 yılında ise daha evvelden kendisinin de intisap ettiği meşhur mutasavvıf, Fatih Türbedârı Ahmed Âmiş Efendi’nin torunu Mine Âvniye hanım ile evlenerek bu mübarek zâta damat olur.
1911 yılında Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin ısrarıyla Arapça ve geleneksel İslamî ilimlerine vâkıf olduğu kadar Frenk dili ve Batı felsefiyyesine de vâkıf olması hasebiyle Darûlfünun’da felsefe dersleri okutmaya başlar ve bu vazifeyi 1933 Üniversite Reformu’na kadar sürdürür. Lâkin verdiği bu dersler için söylediği “Bugün felsefe için bizim yapacağımız şey vaz-ı cedidden ziyade keşf-i kadîmdir.” Sözü, mensubu olduğu medeniyetin mirasına ne denli bağlı ve hayran olduğunu gösteren bir başka husustur.
Babanzâde Ahmed Naim Efendi, yürüttüğü tercüme faaliyetleri ile hem dinî literatüre hem de ders okuttuğu diğer alanlara katkıda bulundu. Bilhassa Türkçe olmayan mefhumun Türkçe ’ye tercümesinde yahut Türkçeleştirilmesinde azamî özen göstererek şu an dahi bir emsali kaleme alınamayan şaheserler ortaya çıkardı. Bunlardan hiç şüphesiz Sahih-i Buharî tercümesidir. Yaptığı tercümeye 500 sayfa tutan bir mukaddime ekledi ki Âkif’e göre böylesi Arapça’da dahi görülmemiştir. Kendine has üslubu ile Sahih-i Buharî’yi çeviren hadis tercümesine yeni bir yöntem ekledi. Rasûlullah’ın sözlerinin değiştirilmeden ayni ile aktarılması için yaptığı ilâveleri parantez içinde göstererek daha iyi anlaşılmasına da vesile oldu. Ve lâkin ömrü tüm ciltlerinin tercümesine vefa etmedi ve ancak iki cildini çevirebildi. Kendi metodolojisi ise Prof. Kâmil Miras’a tevarüs etti. Yine Naim Efendi’nin refiki Âkif, öldüğünde bu tercüme için şu sözleri söylemiştir:
‘’Bilemiyorum, hükümet hesabına tercüme ettiği Tecrîd-i Buhârî son bulmuş muydu? İnşallah nâkıs kalmamıştır. Çünkü öyle bir tercüme başka hiçbir babayiğidin harcı değil.’’
Naim Efendi, Türkiye’de hadis usûlü ve tarihi denilince akla gelen ilk isimlerdendir. Kendisinin Sebilürreşad’da yaptığı hadis tercüme ve şerhleri ile Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi kullandığı dil itibariyle hâlâ benzerinin meydana getirilemediğini rahatlıkla söyleyebildiğimiz çalışmalardır.
Hadis macerasına, Sırat-ı Mustakîm’e tefsir ve hadis alanındaki eksikliklerin mevcut olduğunu anlatıp şayet kabul ederlerse bu alanda çalışma yapabileceğini dile getiren bir mektupla başlayan Babanzâde Ahmed Naim Efendi’nin hadis ilmiyle alâkalı söylediği şu sözler hadis ilminin ona Allah tarafından bahşedilmiş bir lütuf olduğunu kanıtlar niteliktedir:
‘’Hadis tercemesiyle uğraşmaya başlamadan evvel meşgul olduğum işlerde vaktim ne çok zayi olmuş. Bu ilim dururken başka hususlarla âlâkadar olmak ne boş şeymiş. Allâme-i âlînin neden bu ilme böylesine ehemmiyet verdiğini şimdi idrak ettim.’’
Felsefe alanındaki tercüme kabiliyetini ise Fransız feylesof Fons Griv’in epeyce psikolojik terim ihtiva eden eserini Türkçe’ye ‘İlmü’n Nefs’ ismiyle yaptığı başarılı çeviriden Muallim Cevdet’in Naim Efendi’nin yaptığı felsefe ıstılâhları üzerine kendisi için kullandığı ‘’İkinci Huneyn’’ yakıştırmasının ne kadar isabetli olduğunu anlıyoruz.
Her ne kadar gayet sakin huylu olsa da, tercümesini de yaptığı Mübarek Efendimizin ‘’Haksızlık karşısında tutan dilsiz şeytandır.’’ Kavlini tutup İslam’a karşı yönelmiş taarruzları bertaraf etme maksadıyla birçok eser kaleme aldı. ‘’Manevî en büyük dayanaktan mahrum olan ve bedbaht ölmeye mahkûm bulunan bir insan’’ olarak tavsif ettiği Tevfik Fikret ve onun Tarih-i Kadîm’ine, tanrıtanımaz heretik şiirin yılmaz müdafii Rıza Tevfik’e, pozitivizm ve materyalizmin amansız savunucuları olan Baha Tevfik, Abdullah Cevdet ve Celal Nuri gibi isimlere karşı en ciddi savunmaları vermiştir. Lâkin bunu yaparken kâdîm olanın taassubuna yenilmemiş, İsmail Kara’nın da deyimiyle ‘hem gelenekçi hem yenilikçi bir Müslüman’ olmayı Batı’yı ve Doğu’yu kendi potasında eriterek gerçekleştirmiştir.
Aynı zamanda Frenk hastalığı olarak nitelendirdiği Kavmiyyetçilik üzerine de epey yazı yazdı. ‘’İslâm’da Dâva-yı Kâvmiyyet’’ isimli eserinde ırkçılık temayülleri üzerine bina edilen Türkçülük ve Arapçılık fikirlerini eleştirdi. Bu çerçevede Yahya Kemâl’i onun türbeleri ve tarihî şahsiyetleri Kur’an ve sünnette yeri olmayacak şekilde yücelttiğini söyleyerek tenkit etti. Zira Babanzâde, bunun zamanla kökleşecek hurafeler yol açacağını düşünüyordu. Lâkin yıllar içinde Yahya Kemâl’in maksadını yanlış anladığını fark ederek Vefatından bir ay evvel Yahya Kemal’in deyişiyle, ‘‘müminlere yakışır samimi bir üzüntüyle’’ kusurunun bağışlanmasını istedi. Kavmiyyetçilik çerçevesinde kendisinin ‘’Arapçacı’’ olarak eleştirilmesi hususunda bir noktaya ayrıca parmak basmak gerekir: Babanzâde Ahmed Naim, her daîm Türk dilinin istiklâlinin korunmasına dair yazılar yazdı; ilmî terimlere dokunulmadan Türkçe’nin arındırılmasını ve üslûbun sadeleştirilmesini savundu. Yazılarında Türkçe’yi ustalıkla kullandı. Hatta onun Mehmed Âkif’le birlikte Âsım Efendi’nin Kâmus Tercümesi’ndeki Türkçe kelimeleri seçerek bir Türk lügati yapmaya çalıştığı, ancak bu teşebbüsün yarım kaldığı da ayrıca bilinmektedir.
Girdiği bu fikrî münakaşalara değinmişken kendisinin hazır cevap olduğunu kanıtlar nitelikte olan nükte dolu bir küçük hatıraya değinmek de lâzım gelir. İttihat ve Terakkî hükümetinin Balıkesir mebusu olan Abdulaziz Mecdi Bey, Meclis Reisi Ali Rıza Bey’in yoklamayı havalesi üzerine hem muziplik maksadı ile hem de arada girdikleri ufak münakaşaların intikamını almak maksadı ile Ahmed Naim Efendi’ye Babanzâde yerine “Yabanzâde” diye seslenir. Naim Efendi’nin cevabı ise gecikmez: “Babandır!”.
“Sormazsan mâlûmatını söylemeyen”, “dinlemesini bilen”, “sözü senet teşkil eden” güvenilir adam hususiyetleri ile Mehmed Âkif’in “ashaptan sonra en sevdiği kişi” olan Ahmed Naim Efendi, İstanbul’da 13 Ağustos 1934 Pazartesi günü öğle namazının ikinci rek‘atında secdede Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Cenazesine 8-10 kişiden başka iştirak edenin olmadığı bu münevverin kaybının milletimiz için ne derecede büyük olduğunu, merhumun azîz refiki Mehmed Âkif’in şu sözleriyle anlıyoruz:
‘’Bu zavallı şark, onun gibi kıymetli vücutları bundan sonra zor yetiştirir.’’
Yorumlar kapatıldı.